Tara Kitap

Ben Bir Zeytin Ağacıyım Mutluluk Yolunda

Geçtiğimiz günlerin bir kısmını Covid olduğum şüphesi ile evde geçirdim. Test yaptırmamıştım. Ofisteki klima savaşlarının ortasında kalmış, beyaz yakalılar ordusunun bir neferiydim sadece. Bana kalırsa hala covirgindim*. Yine de kimseyi tehlikeye atmamak için dışarı çıkmadım. Bir süre Instagram’da yaşanan mükemmel hayatları izleyip ‘harikasın bebeğim’, ‘müthişsin’, ‘yaşıyorsun bu hayatı’ anlamında kalpler atıp, Twitter’da sokak hayvanlarını, kadınları ve nihayetinde ülkeyi kurtarıp, Ekşi Sözlük’te her şeye bir kulp taktıktan sonra sıra Netflix’de boş boş dolaşmaya gelmişti.Tüm Netflix ve bilumum platformların batağına düşmüş her insan gibi en sevdiğim kanepemde uzun oturup, yeni çıkanlar sekmesinde sırayla gezinmeye başlamıştım ki Zeytin Ağacı dizisine rastladım. ‘Oh mis gibi kafa boşaltmalık yaz dizisi, hem de en sevdiğim yerlerden birinde, Ayvalık’ta geçiyor.’ düşüncesiyle ilk bölümüne başladım. Dizi hakkında o kadar çok yazılıp çizildi, o kadar çok eleştiri yapıldı ki bir de ben bu konuda ahkâm kesmeyeceğim merak etmeyin. Ben diziyi sevdim. Emmy ödülü kazanacak oyunculuklar ve diyaloglar olmadığını bilerek beklentisizce izlediğinizde, sıkılmadan tüm bölümleri bitirebileceğiniz çıtır çerez bir dizi. Benim diziyi sevme nedenlerimden biri, aile dizimi konusunda Türkiye’de yapılan ilk yapım olması. O kadar çok zengin kız, fakir oğlan veya tam tersi kombinasyonlar, sakar kıza şıp diye âşık olan boş beleş, işsiz güçsüz holding patronları, ‘Töremizde yohtir.’ diye totolarını yırtarcasına bağırıp çağıran kapkara sakallı, döşü kıllı adamlar, neredeyse mafyayı, silahı, adam öldürmeyi yücelten saçma sapan dizilere maruz kaldıktan sonra, kişisel gelişimi odak noktasına alan bir Türk dizisi yapılması çölde vaha bulmuşum hissi yarattı bende. Bu vesile ile de size aile dizimi maceramı anlatmadan geçmek istemedim.

Öncelikle çok spiritüel bir insan olmadığımı hatta bazen gereğinden fazla rasyonel olduğumu belirtmek isterim. Merkür gerilerken elektronik eşya almamam, herhangi bir sözleşme imzalamamam haricinde mesela sürekli ‘Ohmmmm’ diye gezmem, önemli kararlarımı bir astroloğa danışarak almam, ortalıkta sevgi kelebeği gibi gezip sürekli pozitif olmaya çalışmam ama gelin görün ki bu tip yöntemleri denemeyi severim. İnsanın gelişimi için -körü körüne bağlanmadan, fanatizm adlı aptallık çukuruna düşmeden- çeşitli yöntemler denemesinin ehil ellerde olduğu sürece zararı olmadığına inanırım. Ayrıca meraklı bir insan olarak bu yöntemleri tecrübe etmeyi de severim. Yine de yatırım tavsiyesi değildir.

Bundan yaklaşık 11-12 sene önce bir akşam, bütün kızlar toplanmış şarap eşliğinde erkekleri gömüyorduk. O sıralar görüştüğüm bey güven sorunu yaşadığımı fark edip ”Uçurumun kenarına kadar gelip, aşağı bakıp geri dönüyorsun. Oysa aşağı atlasan ben seni tutacağım, görmüyorsun” dedikten bir hafta sonra bana güvenmediğini söyleyerek görüşmeyi kesmişti. O gece, bu yaman çelişki masaya yatırılıp büyüteç altında beyimizin bütün söz ve hareketleri didik didik edildikten ve muhtemel birkaç şişeden sonra kızlardan biri ertesi gün psikolog bir arkadaşının aile dizimi yapacağını ve mutlaka katılmamız gerektiğini söyledi. Alkolün bize verdiği yetkiye dayanarak harika bir aktivite olduğu konusunda hemen uzlaştık ancak aile dizimi konusunda en ufak bir fikrimiz yoktu. Ertesi sabah henüz afyonumuz patlamamış bir halde Feriköy’de bir psikiyatri kliniğinde halka şeklinde oturmuş, kuş gibi meraklı ve tedirgin gözlerle hiç tanımadığımız insanlara bakıyorduk. Kahramanlarımızı neler bekliyordu?

Aile dizimini yöneten psikolog, ilk kez katılanlar için önce kısa bir bilgilendirme yaptı. Bugünkü yaşantımızın kalıtsal travmalarla şekillendiğini, yaşadığımız problemlerin, olaylara gösterdiğimiz tepkilerin ve hatta hastalıklarımızın atalarımızla olan bağlarımızdan kaynaklandığını ve bu yöntemle geçmişte gelen sorunların şifalandığını anlattı. Dedenin dedesinin, babasının, dedenin veya babanın ve aynı şekilde ana soyumuzun da yaşadıkları, yaşattıkları, pişmanlıkları, yaşayamadıkları vb. olaylar DNA yoluyla bize aktarılıyormuş ve bizden de çocuklarımıza… Aslında bunu en güzel özetleyen çok sevdiğim bir atasözü var; ‘Dedesi koruk yemiş, torunun dişi kamaşmış.’ Başkalarının dedeleri ‘Buralar eskiden hep dutluktu’ denilen arsalar bırakmış, bizimki de anca koruk yemiş.

Psikolog bu açıklamayı yapıp yerine geçti. Açılımı yapılacak kişi de psikoloğun yanına oturdu. Daha önce baş başa konuşmuşlar ve danışan sıkıntısını anlatmıştı. Şimdi sıra, bardak gibi yan yana dizilmiş kişilerden kendisini canlandıracak birini seçmesine gelmişti. Katılımcılardan biri kendisini, başka biri annesini, bir diğeri babasını ve gerektikçe diğer atalarını canlandırmak üzere ayağa kalkıp salonun ortasında, morfik alan** denilen yerde çeşitli şekillere bürünüyordu. Ortada garip bir enerji vardı. Ağlayanlar, birbirlerini hiç tanımadıkları halde anne kız rolünde sımsıkı sarılanlar, birbirinin yüzüne bakmak istemeyenler… İşin tuhaf kısmı ise bunların hiç biri rol değildi. Her bir açılım yaklaşık 1,5-2 saat sürüyordu. İnsanların gerçek dünyaya dönmeleri için her açılımdan sonra kısa bir mola veriliyor, bu molada hararetle deneyimler paylaşılıyordu. Son aranın ardından hepimiz yerlerimizi aldık. Bu kez danışan yaklaşık 1,90 boyunda iri yarı genç bir erkekti. Çalışmak istediği konu ilişkilerdi. Her birimizin yüzüne tek tek bakıp biraz düşündükten sonra, kendisini canlandırmam için beni seçti. Ayağa kalkıp salonun ortasına kadar yürüdüm. Psikolog gözlerimi kapamamı ve gelecek enerjiyi hissetmemi söyledi. Açıkçası biraz tedirgindim. Ya herhangi bir şey hissetmezsem? Kollarımı iki yana sarkıtıp gözlerimi kapadım. Beklemeye ve kendimi dinlemeye başladım. Birkaç dakika sonra kendimi inanılmaz güçlü hissetmeye başladım. Adeta bir erkek kuvvetine sahiptim ve o an birine yumruk atsam devirebilirdim. Böyle bir fiziksel güce sahip olmak bana çok iyi gelmişti. Baba, dede ve büyükbaba gibi erkek atalarla ilgili bir çalışma yapıldıktan sonra psikolog beni, dedemi canlandıran kişinin önüne getirdi ve ‘Atanın önünde diz çök ve ona teşekkür et.’ dedi. İçimden dalga dalga bir isyan duygusu yükseliyordu. Asla ama asla diz çökmek istemiyordum. Bir anda dudaklarımdan ‘Ben bir şövalyeyim ve şövalyeler asla diz çökmez.’ cümlesi dökülüverdi. Kendi söylediklerime kendim inanamıyordum. Türkiye’de doğup büyümüş bir insan olarak hayatımda kaç kez şövalye kelimesini kullanmış olabilirdim? Cevap veriyorum, hiç. Psikolog beni diz çökmeye zorladıkça yanaklarım alev alev yanıyor, öfkeden kıpkırmızı olduğumu anlayabiliyordum. Nihayet omuzlarımdan tutup biraz da zorla diz çöküp teşekkür etmemi sağladı. Sonrasında tüm atalarımla sulh imzalayıp, sevgi sarmalı oluşturduktan sonra oturumu bitirdik. Bir kahve içip kendimize gelmek için mutfakta toplandığımızda canlandırdığım gencin atalarının İspanya’dan geldiğini ve geçmişlerinde şövalyelik olduğunu öğrenmemle ufak çaplı bir şaşkınlık yaşamış olabilirim.

O gün orada tam olarak ne yaşandığını, nasıl olup da kendimi o kadar güçlü kuvvetli hissettiğimi, eğilmem istendiğinde neden o kadar öfkelendiğimi bugün bile açıklayamıyorum ama benim için keyifli bir deneyimdi. O günden sonra hayatında neler değişti diye soracak olursanız majör değişiklikler yaşamadığımı söyleyebilirim. Yine de; bu dizi vasıtası ile insanlara görünenin ardındakine de bakma hevesi vereceğinden bu tarz film/dizilerin faydalı olduğunu da düşünüyorum. Aile dizimi, nefes terapisi, Access Bars, Theta Healing ve bunlar gibi çeşitli yöntemlerin göklere çıkartılmasını da yerden yere vurulmasını da çok doğru bulmuyorum. Asla bilimin ve tıbbın yok sayılmasını savunmuyorum elbette.Aşkta ve savaşta her şey mübahtır derler ya hani, esas mutlu bir ömür geçirmek için her şey mübah. Kendimizi fazla kaptırmadan bu ve benzeri yöntemleri deneyebiliriz. Bize iyi geliyorsa sesimiz kargalarla yarışsa bile şarkı söyleyebilir, ancak bir Vileda sopası kadar esnek olsak bile dans edebiliriz. Ağaçlara sarılabilir, çimenlerde yalınayak gezebilir, bulutları izleyebiliriz…Veya koca Nazım’ın dediği gibi yaşamı ciddiye alıp yetmişimizde bile zeytin ağacı dikebiliriz. Seçim bizim…

Fotoğraf : 2015 yılı Ayvalık. Kendi objektifimden.

* Covirgin: Henüz corona olmamış kişilere, covid ve virgin (bakire) kelimelerinin birleşimi ile verilen isim.

** Morfik Alan: Birbirlerini hiç tanımayan fakat aynı türden, aynı frekansta olan varlıkların mekân ve zaman farkına rağmen aralarında şuursal bir “ortak alan” oluşturup, birbirlerini etkilemeleri olayına bilim adamları “morfik alan” adını vermekteler.

YAŞAMAYA DAİR

Nazım Hikmet

Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve
ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan,
sırtın duvarda
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin
insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna
zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.Yani, öylesine ciddiye alacaksın
ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin
dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır
diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme
inanmadığın için,
yaşamak yani ağır bastığından.

Paylaş :

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir