Tara Kitap

Karantina Bana Ne Öğretti?

Karantinanın kaçınılmaz yalnızlığı, birçok yalnızla beni başka bir dünyada buluşturuyor. Hepimizin katılmak zorunda kaldığı bir davet gibi. Fakat burada samimiyet de var. Pijamalı, şortlu, pofuduk terlikli filan gelinmiş. Bir “tespit etme” çabasıdır gidiyor. Özgürlüğün kıymetinden, doğanın nefes almasına kadar birçok konuyu ele alıyoruz. Kullandığımız dilin yer yer değiştiğini fark ediyoruz. Örneğin düne kadar hakaret için kullanılırdı ya, “aç köpekler” diye bağırılırdı. Bu kez ne yazık ki gerçekten aç kalıyor köpekler.
Karantina davetinde bu hissettiklerimi, doğrusu kitap okurken de hissederim. Bazı paragraflardan sonra düşünürüm. Kim bilir kaç kişi bu satırları okudu? Kim bilir kaç kişi benim hissettiklerimi hissetti? O halde kim bilir kaç kişiyle birbirimize bakıp düşündük? Diye.
Davet renkli geçiyor. Zaman zaman sağlık çalışanlarını alkışlıyoruz. “Tanrım” diyorum, “Ne kıymetli insanlar”. Sonra da yemek yemeğe devam ediyorum.
Bir yandan da dışarıdaki yalnızlara karşı bir mahcubiyet hissediyorum. Güzel havayı kaçırdığıma hayıflandığım bir gün, pencereden baktığımda gördüğüm yalnızca boş yollar, şaşkın binalar, huzurlu ağaçlar filan değil. Hemen orada biri daha var. Yalnızlar ordusunun gözlerinin hedefinde çöp toplayan bir adam. Birazcık da ona üzülüyorum. “Bizim için çalışıyorsun, teşekkür ederim, kolay gelsin” diyorum içimden. Sonra da kahvaltıya devam ediyorum. Elbette domatesi sirkeli suda yıkadıktan sonra. Akşam ölüm haberlerini alıyorum. Sayılar yazıyor ekranda. Her biri “insan” olan sayılar. Titriyorum. Korkuyorum. Üzülüyorum. Diğer davetlilerin de benden farklı olmadığını görüyorum.
Uzun bir davet bu. Herkes sandalyesine alışıyor. Mesafeliyiz. Kendimize değil ama! En çok da kendimizle konuşuyoruz. İtiraf etmeliyim ki, yaşadığım şehirleri, eski insanları, hayallerimi, çöpe atılmış hayallerimi düşünüp duruyorum. Pek sormuyorum ama diğerleri de eskileri hatırlıyor gibiler.
Davetlilerin arasında ismini çıkaramadığım yakışıklı bir abimiz ise soru soruyor, mesafeyi koruyarak: “Memleket mi daha uzak, gençliğim mi, yıldızlar mı?”
“Herhalde” diyorum, “duygulandınız biraz”.
“Ben duygulanmadım fakat korkuyorum sizler gibi” diyor. “Dost arıyorum, iki lafın belini kıralım diye.”
Sonra onunla da konuşuyoruz. Böyle bir süreçte ne yapılır ki zaten? İnsan kendine döner, pişmanlıklarını hatırlar, istemese de her gün ölümü hatırlar. Aslında acizliğini hatırlar.
Sohbetin sonuna doğru abimiz bir şey daha hatırlatıyor bize: “Ne ölümden korkmak ayıp ne de düşünmek ölümü”.
Evet. Eğer bu alkışlarımızı, o çöp toplayan adamı, terini gözyaşına karıştıran doktorları, ailesini, yarınını düşünen herhangi birini hep böyle hatırlayacaksak, ayıplanmaz korkularımız.
Sesini nasihat tonuna getirerek devam etti abimiz, “Keşke hep duyarlı olsak böyle” dedi. Ve ekledi:
“Ben oradan geçerken biri, “amca” dese gir içeri. Girip yerden selamlasam hane içindekileri” …

Paylaş :

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir