Tara Kitap

Dolma Kalem

Görülecek, işitilecek, tadılacak, okunacak, yazılacak, yapılacak o kadar çok şey birikiyor ki, bundan sonra hayatımın bütün bunlara yetişmeyeceğinden korkuyorum” diye yazmış Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nda Peyami Safa. Hayatta en imrendiğim kişiler, her şey hakkında kolaylıkla yazılar yazabilenler olabilir.

Bir heves açtığım blog sayfamın ismiydi ‘Yazarım Bilirsin.’ Şimdilerde, sokak aralarında kaderine tek edilmiş virane evler gibi internetin karanlık dehlizlerinde salınıp duruyor. Uzunca bir süredir elime kalem almamıştım. Aslında yazmak istiyor ama elimle beynim arasındaki korelâsyonu bir türlü kuramıyordum. Ta ki çok sevdiğim biri, bana bir dolma kalem hediye edene kadar… ‘Kendime alacağım hediyeler’ listemde bir Lamy marka dolma kalem vardı bir süredir. Tam da ellerim ‘’yaz artık’’ diye karıncalanırken bu hediyenin gelmesi tesadüf müydü?

İlk dolma kalemim de bir hediyeydi. 1986 Dünya Barış Yılı ilan edilmişti. O sene ortaokula gidiyordum ve her yeni yetme genç kız gibi şiir yazmaya heves etmiştim. Okulda Dünya Barış Yılı ile ilgili bir şiir yarışması düzenlendiğini öğrendiğimde ‘’neden katılmayayım ki’’ dedim. 13 yaşımın saflığı ile her milletten insanın yan yana oturup, mutlulukla şarkılar söylediğini düşlediğim o şiir bana birincilik ve bir dolma kalem kazandırmıştı. Şimdi çalışmıyor olsa bile o dolma kalem hala durur ve yazmaya başladığım ilk zamanları hatırlatır.

Neden bu kadar yazmaya yeltendim bilmiyorum ama toyluk zamanlarımdan beri yazmaya devam ettim. Lisedeki müzik grubumuz için şarkı sözleri, yeni yılda arkadaşlarıma simli yılbaşı kartları, yıllar sonra okuduğumda beni güldüren günlükler, denemeler, mini hikâyeler, özenle alınmış süslü kâğıtlara yazılıp, renkli zarflara konulan mektuplar yazdım.

Mektup yazmak benim için hala önemlidir. ‘’Yıl olmuş 2020, mektup mu kaldı? ’’ demeyin. Mektup yazmanın ya da almanın keyfi hiçbir mailde, dm’de, mavi tikli mesajlarda yok. İlk mektuplarımı hiç görmediğim, dünyanın başka bir köşesinde yaşayan ‘penfriend’ ime yazmıştım. Değil internetin, bilgisayarın bile olmadığı zamanlarda İngilizcemizi geliştirmenin yegâne yolu yabancı biri ile mektup arkadaşı olmak, öğrendiğimiz güdük İngilizce ile kafa göz yara yara kendimizi anlatmaktı. Günümüzün arsız ‘send me nude’ dünyasından ışık yılı kadar uzak bir naiflikle ayda bir defa aldığımız mektuplarda birbirimize fotoğraflar gönderir, farklı hayatlar yaşayan, farklı düşünen veya başka bir Tanrı’ya inanan mektup arkadaşlarımızla yaz tatilinde buluşma hayalleri kurardık. Biz büyüdük ve o buluşma hiçbir zaman gerçekleşmedi.

Lisedeyken en yakın arkadaşım dönem ortasında Almanya’ya gitmişti. Artık orada yaşayacaktı. Bu kez yazdığım mektuplar ‘’gurbet el’’ dedikleri yereydi. Blue Jean dergisinin renkli sayfalarından zarf yapar, mektupla birlikte içine maddi değeri olmayan armağanlar koyardık. Kimi zaman ipten bir bileklik, kimi zaman plastik bir küpe… Bazen yanıt gelmesi haftaları bulurdu. Nihayet beklenen yanıt geldiğinde sessiz bir köşeye çekilip bir solukta okumak, bazen hasretten iki damla gözyaşı döküp cevap yazmaya koyulmak iletişimin en saf haliydi. Arkadaşım bir yıl sonra geri döndü. Okul bitti, yollar ayrıldı ve dostluğumuz uzun yıllar sürmedi.

Askere yazılan mektuplar var bir de… Bir nevi günlük gibi her gün olanı biteni, hayalleri, ümitleri, geleceğe dair planlarımı yazıp sabırsızca postaneye koşturduğum keyifli bir ritüeldi sanki. İnsan kalem elindeyken yalan söyleyemiyor nedense. Pervasızca, sansürsüz içimi döktüğüm adeta parmak izim olan mektupları özenle zarfa yerleştirmek, zarfı aldığında karşı tarafın yüz ifadesini hayal etmek, okuduğunda benim hissettiğime benzer duyguları hissedip hissetmeyeceğini merak etmek istemsiz bir gülümseme yerleştirirdi yüzüme. Sonra askerlik bitti, mektuplar bitti ve O gitti.

Nostaljiye övgü değil benimkisi. İletişim çağının popüler keşiflerini de kötüleyecek değilim. Her çağın kendine has ayrı güzellikleri var. Evet, kimse mektup yazmıyor artık. Onu yerine havalı fotoğraflar altına büyük büyük, haddini aşan cümleler, bilmişlik taslayan vasat metinler yazılıyor. ‘’Ah, kimsenin vakti yok. Durup ince şeyleri anlamaya…’’ *

Bir dolma kalem neler düşürdü zihnime. Ne diyorduk? Son yazımın üzerinden koskoca üç yıl geçmiş. Hala yazmaya devam ediyorum aslında, haksızlık etmeyeyim şimdi kendime. Her gün ‘’…. ekte iletmiş olduğumuz…’’, ‘’Görüşlerinize sunar…’’, ‘’… hazırlamış olduğumuz raporlarda…’’ cümleleri içeren onlarca mail, raporlar, toplantı notları yazıyorum. Yaratıcılıktan uzak, papağan gibi bin kere tekrar edilmiş beyaz yakalı cümleleri hepsi.

Omuzlarımdaki esin perileri beni ne zaman terk etti bilmiyorum. Ne zaman tükendi tüm cümlelerim? Hiç mi anlatacak bir derdim yok şu canına yandığımın memleketinde? Yoksa mahremiyet perdemi ucundan kaldırıp şeffaflaşmaktan mı korktum? Neden bu atalet?
Ye, İç Sev kitabının yazarı Elizabeth Gilbert, yaşamın ve yaratıcılığın sırlarını anlattığı Büyük Sihir kitabında, bir fikrin onu dünyaya getirebileceğine inandığı kişiyi bulduğuna karar verdiğinde onu ziyaret edip, dikkatini çekmeye çalıştığından, işaretler gönderdiğinden bahseder. Yolunuza tesadüfler ve mucizeler çıkarttığını anlatır. Belki de yeni dolma kalemim de benim tekrar yazabilmem için karşıma çıkan mucizemdir, kim bilir? O halde kendime bir temenni cümlesi bırakayım. ‘’I’ll be back’’**

* Gülten Akın-İlkyaz şiiri.

** Arnold Schwarzenegger’in Terminatör filmlerinde sıkça kullandığı replik. ‘Geri döneceğim’ anlamına gelir.

Paylaş :

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir